William Harvey'in kanın gerçekte kapalı bir sistem içinde vücutta dolaştığını kanıtlaması, kan naklini akla getirmekle birlikte bu konuda girişimde bulunmak için bize gerekli ortamı da sağlamıştı. Bundan bir süre sonra Oxfordlu hekim Richard Lower, köpekten köpeğe ve hayvandan hayvana kan nakli üzerinde çalışmaya başladı. 16. ve 17. yüzyıllarda çeşitli ülkelerde hastanın kan ihtiyacını karşılamak için kan, süt ve tuzlu su nakilleri yapılıyordu, ama bunlar çoğunlukla dehşet verici durumlara neden oluyordu.
İlk Kan Nakli Denemeleri
Yazının girişinde Richard Lower'ın denemesinden bahsetmiştik. Kan nakli ille uğraşan başka isimler de vardı.
Daha sonraki kan nakli denemeleri, 17. yüzyılın sonlarında Fransız hekim Jean-Baptiste Denys tarafından gerçekleştirildi. Denys, bir köpeğin kanını bir insanın damarına nakletmeyi denedi ve hastanın birkaç gün sonra öldüğü kaydedildi.
Daha sonra, 19. yüzyılın ortalarında, kan nakli daha güvenli hale getirilene kadar deneyler sürdü. 1818'de İngiliz hekim James Blundell, bir doğum sırasında aşırı kan kaybı yaşayan bir kadına eşinden kan nakletmeyi denedi. Başarılı bir şekilde gerçekleştirilen bu ilk insan kan nakli, tıp tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak kabul edilir.
Karl Landsteiner Kan Gruplarını Sınıflandırıyor
Mikrobiyolojik araştırmaların hakim olduğu 20. yüzyılda gelindiğinde, bazı enfeksiyonlara karşı sayısız bilgi edinilmiş daha önemlisi, insanın hücresel fonksiyonları (beyaz kan hücresi) ve antikorların tepkileri hakkında önemli gelişmeler kaydedilmişti. Kan nakli ve beraberinde getirdiği devrim niteliğindeki gelişmeler, 20. yüzyıla "immünoloji çağı" denmesine neden olmuştur. Bu alandaki en büyük gelişme, 1901 yılında yaşanmıştı.
Başarısız kan nakli örnekleri üzerinde çalışan Avusturyalı hekim Karl Landsteiner, az miktardaki kan örneklerini farklı hastalardaki kan örnekleriyle karıştırdığında, her zaman olmasa da, kırmızı kan hücrelerinin aglütinasyona (kümelenmesine) yol açtığını keşfetti. İşte bu aglutinasyon yüzünden, uygun olmayan kan nakilleri sonucunda ölümler ve hastalanmalar yaşanıyordu. Buradan yola çıkan Landsteiner, bunun alyuvarlarda hücre zarının dış katmanına yapışan A ve B olarak adlandırdığı iki antijenin varlığı ya da yokluğundan kaynaklandığını buldu.
Daha sonra hekim arkadaşlarından aldığı kanları kendi aralarında karıştırarak, bu kanları, uyumlu ya da kümelenen olarak A grubu ve B grubu olarak ayırdı. Bunun yanında hem A hem de B grubuyla karıştırıldığında hiçbir şekilde kümelenmeye yol açmayan bir çeşit daha buldu. Alyuvarlarda, hücre zarının dış katmanına hiçbir antijenin yapışmadığını anlayan Landsteiner, bu kana 0 (sıfır) grubu (daha sonra "O" harfine dönüşen) adını verdi. Yaptığı bir dizi karıştırma ve gözlemin ardından, hücrelerin her iki antijeni de taşıdığı, AB adını verdiği yeni bir grup keşfetti.
Kan nakline dair diğer bilgiler ne yazık ki çorap söküğü gibi keşfedilemedi. Kan naklinin hayat kurtaran özelliği anlaşılana kadar, diğer antijenlerin (Rh, M, N, P) keşfi, kanın pıhtılaşmasını önleyen antikoagülan ilaçların ve kan saklama ürünlerinin ortaya çıkması, kan bankalarının kurulması ve II. Dünya Savaşı'nın başlaması yani kırk yılın daha geçmesi gerekecekti. Kan naklinin yaygın kullanımının bir sonucu olarak, nakil sonrası özellikle viral hepatit ve daha sonra AIDS gibi hastalıklar ortaya çıkmıştır. Bu durum, radyoimmü analiz ve diğer yöntemlerin yardımıyla donörlerin kanları taranarak ortadan kaldırılmıştır.
Naziler: Kan Nakli ve Irkların Savaşı
Bugün anlıyoruz ki insan için değer kelimesi, özellikle yakın geçmişte politik bir araca dönüşerek kendi anlamından sapmış ve yozlaşmıştır. Hele bundan sonra bahsedilen örneklere baktığımızda bu yozlaşmayı daha iyi anlıyoruz. Yazılı tarihten önce de kan, tek damlası bile oldukça değerli, bizim kişiliğimizi yansıtan, ırkımızı belirleyen, canlı türlerini simgeleyen çok değerli bir sıvıydı. 1935 yılında Alman doktor Hans Serelman'ın acil kan nakline ihtiyacı olan bir hastası vardı.
Bu olay kan bankalarının (1932'de Leningrad'ta kurulan ilk kan bankası hariç) henüz kurulmadığı ve kan naklinin donörün damarından alıcının damarına doğrudan yapıldığı bir dönemde yaşanıyordu. Serelman, uyumlu donör bulunmadığı için hastaya kendi kanını vermişti. Bu şekilde hastanın hayatını kurtardığı için övülmesi gerekirken, kendisi bir Yahudi olduğundan, Alman ırkının kanını kirletmesi nedeniyle toplama kampına gönderildi.
İlerleyen yıllarda, Almanya, sekiz bin Yahudi doktorun mesleğini yapmasını engelleyerek ve bunun gibi birçok uygulamayla tıp alanındaki Yahudi "etkisini" azaltmak için çalışmalara başladı. Alman immünoloji çalışmaları, bilime hiçbir katkısı olmayan, saf Aryan kanı ile Yahudi kanı arasındaki farklılıkları bulma üzerine yoğunlaşmıştı. Nürnberg Kan Koruma Yasaları, saf Aryan ırkı yaratmak adına, donörün yeteri kadar saf Aryan kanı taşımaması durumunda, bunu "Alman kanına bir saldırı olduğunu kabul ederek" kan nakli sırasında donörden alınacak kana önemli ölçüde sınırlamalar getiriyordu.
Amerikan Irkçılığı
Amerika Birleşik Devletleri'ne bakacak olursak, benzer uygulamaları burada da görürüz. Ordu iki ayrılmıştı ve Kızıl Haç, zencilerden kan toplamayı reddetmişti. Pearl Harbor saldırısının ardından kana duyulan ihtiyaç o kadar fazlaydı ki, kurum, zenci insanların kanlarını da kabul etmeye başlamıştı. Yalnız onlardan alınan kanı farklı şekilde etiketleyip işliyordu. 1950'li yılların sonunda Arkansas eyaleti, zenci ve beyaz insanların kanının ayrılmasını zorunlu kılan bir yasa çıkartırken Louisiana eyaleti de izin almaksızın beyaz insanlara "siyahların kanını" veren hekimler için bunu suç sayan bir yasa çıkartmıştı.
Bu yaygın ayrımcılık, kim bilir kaç siyah ya da beyaz insanın ölümüne ve acı çekmesine neden oldu, tahmin edebiliyor musunuz? Bu yasaları, politikaları ve uygulamaları destekleyen kanun koyucuların bazıları aynı zamanda bizi yöneten partilerin de başkanlarılar; kimlerin sağlık hizmeti alıp alamayacağına, organ naklindeki organların dağılımına, kimlerin kürtaj hakkı olduğuna, kök hücre araştırmalarına, kimlerin gizli tıbbi evraklara ulaşabileceğine, kimlerin insan genomuna sahip olacağına ve soluduğumuz havanın ve içtiğimiz suyun kalitesine karar verenler de onlar.