Antonie van Leeuwenhoek, protozoaları, mantarları, bakterileri, spermleri ve kan hücrelerini gören ilk kişiydi. Bundan da öte, orada çıplak gözle göremediğimiz bambaşka çeşitliliği olan bir dünya olduğunu ve bu dünya sakinlerinin hastalıkların nedeni olduğunu göstermişti bize. Louis Pasteur ve Robert Koch ise mikrop teorisini geliştirdiler ve mikropları izole eden ve büyüten yöntemleri keşfederek belirli mikropların belirli hastalıklara yol açtığını keşfettiler.
Fakat yaptıkları çalışmalara aykırı düşen önemli bir gerçek de vardı; hiçbir mikrobun yol açmadığı enfeksiyon hastalıklarıyla da karşılaşmışlardı. Aksi halde Koch'un postulatları doğru çıkacaktı. Bunu takiben, örneğin 1880'lerde Pasteur, kuduz hastalığının nedenini bilmese de kuduz aşısı üstünde çalışabiliyordu.
Böylelikle yavaş yavaş tüm veriler birikmeye ve görünmeyenler kavramlaştırılmaya başlanmıştı. 1880 yılında Alman bilim insanı Adolf Meyer, "tütün mozaik" adlı hastalığa yol açan tütün yaprakları üzerindeki bir mantar üzerindu çalışıyordu. Hastalıklı yapraklardan aldığı özütü kullanarak diğerine, yani bir bitkiden diğerine bulaştırabileceğini keşfetmişti. Mayer, bu bakteriyel ya da mantar etkeni izole edememişti. Bu etkenin bir toksin gibi suda çözünen bir madde olabileceğini düşündü. Ancak bunun daha çok yeni bir bakteri çeşidi olabileceğini düşündüğünden bu fikrinden vazgeçti.
1892 yılında Rus araştırmacı Dmitri Ivanovsky, tütün mozaik etkenini, bakterilerin geçişini engelleyen porselen bir filtreden geçirmeyi başamıştı. Fakat o da Mayer gibi bu organizmayı izole edememişti. Bunun üzerine Ivanofksy kullandığı filtrenin düzgün calışıp çalışmadığını kontrol etmiş ve ardından 1903'te bu etmenin çoğalan bir organizmadan ziyade bir toksin olduğu sonucuna varmıştı.
En Büyük ve En Küçük Virüsler
Bunu takiben Hollandalı araştırmacı Martinus Beijerinck, filtrelenmiş bu bulaşıcı etkenin, tütün bitkisinin hücrelerinde ortaya çıkıp üremesinden dolayı bir toksin olamayacağını öne sürmüştü. 1898 yılında yayınladığı makalesinde, bunun yeni bulaşıcı bir etken olan Contagium vivum fluidum (hastalık yapan bulaşıcı canlı sıvı) olduğundan söz etmişti. "Filtre edilebilen etken" terimi ile anılmaya başlanan bu etken, daha sonralar filtre edilebilir etkenlerin sıvılardan mı yoksa partiküllerden mi oluştuklarına dair yıllar süren araştırmaları da beraberinde getirmişti.
1917 yılında Kanadalı Felix d'Herelle, filtre edilebilen etkenlerin, bakterilere tutunarak yaşarken, delikler ve plaklara neden olarak onları tahrip ettiğini keşfetmişti. Bu etkenlere bakteriyofajlar demiştir. Her bir plak tek bir bakteriyofaj tarafından yapılıyordu. Bu gözlem, virüsleri saymanın ilk yöntemi olan "plak sayımı" yönteminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1935 yılında Wendell Stanley, tütün mozaik virüsünü kristalize ederek her virüsün belirli bir şekli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Tütün mozaik virüsü ilk kez 1938'de elektron mikroskobuyla görüntülenmiştir.
Virüsler dünya üzerindeki tüm canlı türlerine bulaşabilirler. Dış bir lipid zarfla ya da zarfsız kapsid denilen bir protein kılıfıyla çevrili genetik materyalden (ya deoksiribonükleik asit –DNA– ya da ribonükleik asitten –RNA– meydana gelen) oluşurlar. Bakterilerden 20 ila 100 kez daha küçüktürler ve nanometre ile (100-9 nanometre) ölçülürler. En büyük virüs olan poksvirüsleri, yaklaşık 450 manometre (0.0000014 inç) uzunluğundayken, en küçük virüs olan polio virüsü yaklaşık 30 nanometredir (0.0000001 inç).
Virüslerin İnsan Yaşamına Katkıları
Virüsler canlı hücrenin dışında çoğalamayan organizmalardır. Genetik materyallerini bir hücreden diğerine kendilerini kopyalayarak aktarırlar ve bu işlem sırasında, bulaştıkları hücreleri genellikle tahrip edip öldürdüklerinden soğuk algınlığı, nezle, sarı humma, ebola, corona ya da AIDS gibi birçok hastalığa neden olurlar. Bazı virüsler de hücrelerin kontrolsüz bir şekilde çoğalmasına neden olarak kanseri tetiklerler. Fakat birçok virüs, hücrelere bulaşsa dahi hiçbir belirtiye ya da hastalığa yol açmayabilir..
Belki de bunlardan da önemlisi, virüslerin bize çok şey öğreterek işimizi daha da kolaylaştırmalarıdır. Virüsler aslında DNA ya da RNA taşıyıcıları olduklarından, onlar üstünde yaptığımız tüm araştırmalar, aynı zamanda normal hücre biyolojisi ve genetik bilimine de katkı sağlamaktadır. Virüsler, gen terapisi için genetik materyalin hücre çekirdeğine taşınmasında, endüstriyel amaçlı ve araştırmalarda kullanılmak üzere proteinlerin üretilmesinde de bir araç olarak kullanılmaktadırlar. Virüsler, kanser hücreleri gibi önceden belirlenmiş hücre topluluklarını yok etmek için genetik olarak tasarlanabilirler.
Ömeğin genetik olarak değiştirilmiş haşere virüsleri tarım ilacı olarak kullanılmaktadırlar. Ayrıca önceden belirlenmiş insan topluluklarını yok etme amaçlı da yapılabilirler. Ayrıca aklınızda bulunsun, her tür bulaşıcı virüsü silaha dönüştürme girişimleri çoktan başlamıştır.
Bu viral ürünlerin patentinin alınması, kimler tarafından kullanılacağı, üretimi ve dağıtımı bu alandaki en tartışmalı konudur. Hatırlarsak, bazı canlı organizmaların genomlarının patenti çoktan alınmıştı.
"Canlı organizmaları klonlamaya ve onların patentini almaya karşı olanlar, patentin, insan hayatını ticari bir mala dönüştüren yeni bir marka olduğunu öne sürmekteler."
Andrew Pollack – New York Times – 17 Mayıs 2002
Bu konu üzerinde dikkatlice ve uzun uzun düşünmemiz gerekli.