Yaşlanma iki temel boyutu kapsar. Bunlardan ilki, vücudumuzdaki fizyolojik ve zihinsel işlevlerin kademeli olarak azalmasıyla belirginleşen biyolojik boyuttur. İkincisi ise, Stanford Center on Longevity tarafından yapılan ve bireylerin yaşlandıkça önemli faaliyetlere ve ilişkilere odaklarını daraltma eğiliminde olduklarını gösteren çalışmaların da ortaya koyduğu gibi psikolojiktir.
Psikolojik yönün öznel olarak tanımlanması daha karmaşıktır. Örneğin, bazı insanlar 40 yaşına geldiklerinde kendilerini yaşlı olarak görüp faaliyetlerini sınırlarken, 60 yaşına geldiklerinde ise uğraşlarını ve sosyal bağlantılarını genişletebilirler.
Biyolojik olarak, yaşa bağlı değişiklikler nispeten tutarlıdır. Yaşlanma belirteçleri vücutta bol miktarda bulunur ve fizyolojik işlevler ilerleyen yaşla birlikte değişen ve ölçülebilir derecelerde azalır. İdeal bir dengeli halk sağlığı senaryosunda, tüm bireyler aynı yaşlarda (genellikle 25 ila 30 yaş arasında) biyolojik gerilemeye başlayacaktır.
Ancak gerçekler farklıdır. Yaşlanma sürecini etkileyen, hızlandıran ya da yavaşlatan çok sayıda faktör vardır. Bu parametrelerin kapsamlı bir listesini yapmak mümkün olmasa da, bilim genetik (milliyet dahil), beslenme, kirlilik, meslek, UV ışınlarına maruz kalma, egzersiz ve genel yaşam tarzı gibi temel faktörleri tanımlamıştır.
Bu unsurların her biri yaşlanma üzerinde olumlu ya da olumsuz etkilere sahiptir. Örneğin, çok yönlü bir diyet serbest radikalleri ve oksidatif molekülleri en aza indirir, böylece hücresel stresi azaltır. Öte yandan, sürekli kirliliğe maruz kalmak mukoza zarlarına ve organik dokulara zarar verebilirken, düzenli fiziksel aktivite yağ birikintilerinin oluşumunu azaltır ve oksijenlenmeyi artırır.
Her bir parametre ve varyasyonları yaşlanmanın hızını ve kapsamını benzersiz bir şekilde şekillendirir. Bununla birlikte, yaşlanma çeşitli biyolojik belirteçler aracılığıyla ölçülebilir ve değerlendirilebilir olmaya devam etmektedir. Hücreler ve kemiklerden kaslara, gözlere ve cilde kadar vücudumuzun tüm biyolojisi yaşlandıkça dönüşüme uğrar.
Hücre Sayısındaki Azalma: Telomer Meselesi
Hücreler, hücresel intihara benzeyen bir süreci başlatan genetik tetikleyiciler nedeniyle apoptoz olarak bilinen programlı ölüme maruz kalırlar. Bu mekanizma, hücre yaşlanması, aşırı hücre sayısı ve hasar gibi faktörlerin tetikleyici rol oynadığı yeni hücrelere yer açmak için eski hücrelerin temizlenmesi için çok önemlidir. Hücre ölümünün bir başka nedeni de genetik programlama tarafından belirlenen sınırlı bölünme yetenekleridir. Hücreler bölünme kapasitelerini tükettiklerinde büyürler, bir süre daha varlıklarını sürdürürler ve nihayetinde ölürler.
Hücre bölünmesinin sınırlandırılması süreci, kromozom uçlarını kapatan telomerleri içerir. Her bölünmede telomerler kısalır ve kritik bir boyuta ulaştıklarında hücre bölünme yeteneğini kaybederek "senesens" (yaşlanma) olarak adlandırılan bir duruma girer.
Ayrıca, hücreler dış etkenlerin neden olduğu doğrudan hasar nedeniyle de yok olabilir. Radyasyon, güneş ışığı ve kemoterapi gibi bazı ilaçlar gibi zararlı ajanlar hücrelere zarar verebilir. Hücreler ayrıca, enerji üretim süreçleri sırasında üretilen ve serbest radikaller olarak bilinen normal faaliyetlerinin yan ürünlerinden de zarar görebilir.
Özetle, hücre ölümü programlanmış süreçlerden, bölünme üzerindeki genetik sınırlamalardan ve dış stres faktörlerine maruz kalmaktan kaynaklanır ve vücuttaki doku yenilenmesine ve bakımına katkıda bulunur.
Organlar: 30 Yaşından Sonra Kademeli Bir Gerileme Başlar
Organların düzgün çalışması, onları oluşturan hücrelerin optimum performansına bağlıdır. Ancak yaşlanma, hücre verimliliğinin azalmasına ve bazı durumlarda belirli organlardaki hücre sayısında azalmaya yol açar. Testisler, yumurtalıklar, karaciğer ve böbrekler gibi organlar, bireyler yaşlandıkça hücre sayılarında kayda değer bir azalma yaşar ve normal işlev görme yeteneklerini bozar. Sonuç olarak, çoğu organ yaşla birlikte azalmış işlevsellik sergileme eğilimindedir.
Yine de tüm organlar önemli ölçüde hücre kaybına uğramaz. Beyin buna bir örnektir, çünkü sağlıklı yaşlı bireyler tipik olarak önemli beyin hücresi azalması yaşamazlar. Önemli hücre kaybı, inme vakalarında veya Alzheimer ya da Parkinson hastalığı gibi ilerleyici sinir hücresi kaybı bozukluklarında daha belirgindir.
Genellikle, yaşlanmanın en erken belirtileri kas-iskelet sistemini içerir. Gözler ve ardından kulaklar kırklı yaşların başında değişmeye başlar. Çoğu iç fonksiyon da yaşlanmayla birlikte azalır. Vücut fonksiyonlarının çoğu 30 yaşından kısa bir süre önce zirve yapar ve ardından kademeli ancak sürekli bir düşüş başlar.
Bu düşüşlere rağmen, organların işlevsel bir rezerve sahip olması nedeniyle çoğu işlev yeterli düzeyde kalır (vücudun gereksinimlerini aşan ilk işlevsel kapasite). Örneğin, karaciğerin bir kısmı hasar görürse, kalan doku hala normal işlevini sürdürebilir. Sonuç olarak, yaşlı bireylerde fonksiyon kaybına normal yaşlanmadan ziyade patolojik bozukluklar katkıda bulunur.
Çoğu işlev yeterli kalsa da, yaşlı bireylerde çeşitli streslerle başa çıkma kapasitesindeki azalma belirgin hale gelir. Yoğun fiziksel aktivite, aşırı sıcaklık dalgalanmaları ve yaralanmalar gibi zorluklar vücutlarını daha fazla yorabilir. Ayrıca, yaşlı bireyler ilaçların yan etkilerine karşı daha hassastır. Kalp ve kan damarları, üriner sistem (böbrekler gibi) ve beyin dahil olmak üzere bazı organların stres altında arızalanma olasılığı daha yüksektir.
Kemikler, Kıkırdak ve Bağlar: Yaşlanmanın Tanıkları
Kemiklerin zaman geçtikçe yoğunluğu azalma eğilimi gösterir. Kemik yoğunluğunda orta derecede bir azalma osteopeni olarak bilinirken, zayıflamış kemik yapısına bağlı kırık vakaları da dahil olmak üzere yoğunlukta daha önemli bir azalma osteoporoz olarak adlandırılır. Osteoporoz kemikleri daha kırılgan ve kırılmaya daha yatkın hale getirir. Kadınlarda kemik yoğunluğundaki azalma, azalan östrojen üretimine bağlı olarak menopoz sonrasında hızlanır. Östrojen, kemik oluşumu, yıkımı ve yeniden şekillenmesinin normal ilerleyişi sırasında aşırı kemik yıkımını önlemede çok önemli bir rol oynar.
Kemik yoğunluğundaki azalmanın bir nedeni, kemiklerin gücüne katkıda bulunan kalsiyum içeriğinin azalmasıdır. Bu azalmış kalsiyum içeriği, vücudun gıdalardan daha az kalsiyum emmesinden kaynaklanır. Ayrıca, kalsiyum kullanımını teşvik eden önemli bir faktör olan D vitamini seviyelerinde de hafif bir düşüş yaşanır. Bazı kemikler diğerlerine göre daha savunmasızdır; kalçaya yakın uyluk kemiğinin üst kısmı, bileğe yakın kol kemiklerinin uçları ve omurga omurları önemli etki alanlarıdır.
Üst omurga omurlarındaki değişiklikler başın öne doğru eğilmesine ve boğaza baskı yapmasına neden olabilir. Bu durum yutkunmada zorluklara yol açar ve boğulma olasılığını artırır. Omurların yoğunluğu da azalırken, aralarındaki yastık dokusu (diskler) sıvı kaybeder ve incelir, bu da omurganın kısalmasına neden olur. Sonuç olarak, yaşlı bireyler genellikle boylarında bir azalma yaşarlar.
Eklemleri kaplayan kıkırdak, kısmen yıllarca süren hareketten kaynaklanan aşınma ve yıpranma nedeniyle incelme eğilimindedir. Eklem yüzeyleri birbirleri üzerinde eskisi kadar düzgün kaymayabilir ve eklemler yaralanmaya biraz daha yatkın hale gelebilir. Günlük eklem kullanımı veya tekrarlanan yaralanmalar nedeniyle kıkırdağın bozulması, sıklıkla yaşa bağlı en yaygın durumlardan biri olan osteoartrit ile sonuçlanır.
Eklemleri birbirine bağlamaktan sorumlu olan bağlar ve kasları kemiklere bağlayan tendonlar esnekliklerini kaybetme eğilimi göstererek eklemlerde gerginlik veya sertlik hissine yol açar. Bu bağ dokuları da zayıflayarak çoğu birey için genel esnekliğin azalmasına neden olur. Bağlar ve tendonlar yırtılmaya daha yatkın hale gelir ve yaralanmalar meydana geldiğinde iyileşme süreci daha yavaş olma eğilimindedir. Bu dönüşümler, bağ ve tendonların bakımından sorumlu hücrelerdeki aktivite seviyelerinin azalmasından kaynaklanır.