Hollywood'un Altın Çağı üstüne kronolojik bir yazı hazırladık. Ünlü "Batıya git, genç adam" deyişi, 20. yüzyıl başında Amerikalı film yapımcısı için söylenmiş olabilir. Gün ışığı arayışı sayısız öncü sinemacıyı, Amerika'nın doğu kıyısındaki çatı katları ve cam stüdyolardan çıkarıp, güneş ülkesi Güney Kaliforniya'ya çekmiştir. "Batıya giden" yönetmenler arasında, 1914'te sinemalarda oynatılan The Squaw Man adlı filmi Hollywood'da çevrilmiş ilk senaryolu film sayılan Cecil B. DeMille de bulunuyordu.
Hollywood'un Altın Çağı
Sinemanın tarihi bir başka kıtada başladı. Paris'teki Grand Cafe'de, 28 Aralık 1895'te, yıllar süren denemelerden sonra Auguste ve Louis Lumiere, giriş parasını ödemiş bir seyirci topluluğuna ilk başarılı film gösterilerini sundular. Ne var ki, henüz emeklemekte olan sinema sanayisi asıl Amerika'da gelişecek ve Los Angeles'ın hemen dışında çölde bir "başkent" doğacaktı: Hollywood.
Çok geçmeden yapım şirketleri kurulmaya başladı. İlklerinden biri kutucuları arasında sessiz perdenin havalı yıldızı Douglas Fairbanks ile gelecekte eşi olacak Mary Pickford'un da bulunduğu United Artists'ti. Çift, çok geçmeden Hollywood'un tartışmasız kral ve kraliçesi olacak, saray gibi evleri Pickfair'de adeta "uyruklarını" kabul edeceklerdi; ünlü misafirlerinden biri de Charlie Chaplin'di. 1920'lerde Hollywood'un en çok iş yapan ve kazanan sanatçılarından bazıları, Buster Keaton, Rudolph Valentino ve Gloria Swanson da dahil, United Artists kervanına katılacaklardı.
1930'lar, merkezi Hollywood olan film endüstrisinde bir dizi devri gördü. Yavaş yavaş sesli ve renkli filmlerin başlamasıyla geniş bir tür yelpazesi oluştu: Müzikaller, kovboy filmleri, çizgi filmler, aşk filmleri, güldürüler, gangster filmleri ve korku filmleri gibi. Bunlar "rüya fabrikası" Hollywood'a altın yıllarının bugüne kadar gelebilmiş mirası olacaktı.
Sihirbaz Georges Méliès
Film yapımcılarının öncüleri arasında Paris'te bir tiyatorda sahneye çıkan profesyonel sihirbaz Georges Méliès de vardı. 1890'ların sonunda Méliès mesleğini sinemaya uyarladı. 400'ü aşkın kısa filmde inanılmaz oyunlar ve gösteriler yaptı. Havadan birdenbire şekiller ortaya çıkıyor, sonra da dumanlar arasında yitip gidiyor; kesilmiş başlar büyüyüp gülünç boyutlara ulaşıyor; insanlar ikiye bölünüyor; koro kızları bir yıldız yağmuruna ve insanlar da hayvanlara dönüşüyordu.
Bir Şaheserin Doğuşu
Şubat 1915'te yönetmen D. W. Griffith'in melodramı Bir Milletin Doğuşu (ilk adı The Clansman'di) Los Angeles'ta gösterime girdiğinde gazetelerin manşetlerine oturdu. Film yakın çekimlerin ve geniş planların, görüntünün yavaş yavaş silikleşmesi ve belirginleşmesinin Griffith'in öncülüğünü yaptığı bütün bu tekniklerin ustada kullanımıyla beğeni kazandı. Ancak kimi çevreler yönetmeni, zenci karşıtı eğilimi ve Ku Klux Klan'ı yüceltmesi açısından eleştirdi. Bunu izleyen tartışmalar sonucu film, kimi Amerika kentlerinde ya yasaklandı ya da gösterimi geciktirildi.
Sessiz Perdenin Romantik Yıldızı
Sinemanın ilk yıllarının dillere desten aşığı Rudolph Valentino 1920'lerin başlarında kadın izleyicileri büyülüyordu. İkisi de 1921'de yapılmış olan Mahşerin Dört Atlısı ve Şeyh filmleri İtalyan doğumlu oyuncuyu süperstar konumuna taşıdı. Yakışıklılığı ve "hayvani çekiciliği"yle adeta putlaştırılan oyuncu, zamanla şöhretten ve gördüğü ilgiden sıkılmaya başladı: "Bir insan, yaşamını denetim altında tutmalıdır; halbuki yaşamım beni denetim altında tutuyor."
Valentino birkaç ay sonra karın zarı iltihabından öldü. Birçok kadın hayranı, arkasından intihar etti, New York'a katafalkı önünden geçen 80000 kişi Bu Gece Gökyüzünde Yeni Bir Yıldız Parlıyor" şarkısını ilahi yerine okudu.
Batıya Doğru; Western Filmleri
New York'ta bir sinemanın seyircileri, bir haydut tabancasını kaldırıp, üstelik de şaşılacak derecede yakından yüzlerine ateş edince irkildiler ve Western filmlerinin öncüsü olan yapımın heyecanlı kovalama sahnesi boyunca haydutları kovalayan polislere heyecanla "Tutun! Yakalayın!" diye bağırdılar.
Yıl 1903'tü ve The Great Train Robbery (Büyük Tren Soygunu) filmi dünyada bir fırtına gibi esecekti. 11 dakikalık film bir New Jersey stüdyosunda yenilikçi yönetmen Edwin S. Porter tarafından çevrilmişti. Sonradan en tanınmış kovboy yıldızlarından biri olacak "Broncho Billy" Anderson oynuyordu. Hatta Anderson, "Tamam demektir! Benim işim artık filmcilik. Geleceğin sonu yok!" demişti.
Charlie Chaplin, Buster Keaton, Harold LIoyd
İngiltere'nin beyazperdede güldürüye en büyük katkısı, 1913'te Amerika'da bir gösteri topluluğunda yer aldığında göze çarpmış olan ufak tefek, kıvırcık saçlı bir Londralı, Charlie Chaplin oldu. İkinci filmi olan Kid Auto Races at Venice'de (Venedik'te Ufaklıklar Oto Yarışları) Chaplin, bol, sarkık pantolon, ayağına büyük gelen pabuçlar, baston ve bıyıkla, sonradan Şarlo'nun simgesi haline gelecek kılığına bürünmüştü bile. Charlie Chaplin ve Amerika doğumlu rakipleri, donuk yüzlü Buster Keaton ve gözlüklü cambaz Harold LIoyd, tüm dünyayı kahkahaya boğdular, hem de hiç konuşmadan.
Sesli Filmler; Al Jolson, Alfred Hitchcock
6 Ekim 1927'de New York'taki Warner Tiyatrosu'nda seyirci, ilk "konuşan" Amerikan uzun metrajlı filminin, Al Jalson'un başrolünü oynadığı The Jazz Singer'ın (Caz Şarkıcısı) başlamasını heyecanla bekliyordu. Film yaklaşık yarım saattir arka planda çalınan müzikle oynuyordu ki Jolson bağırdı: "Bekleyin bir dakika. Henüz hiçbir şey duymadınız!.." "Tut, tut, Tutsi'yi dinlemek ister misiniz? Pekala durun o halde."
Pratik bir sesli sistem arayışı, yüzyılın başından beri sürüyordu ve eski bir ses sistemini kullanan kısa filmler 1920'ler boyunca gösterilmişti. Ama sesli filmlerin sinema tarihinde yer almasını sağlamak Al Jolson'un canlı kişiliğiyle birlikte Jazz Singer filmine nasip olmuştu. 1928'de ilk baştan sona sesli film New York Işıkları Hollywood'da yapıldı. Ve ertesi yıl da Londra'da Alfred Hitchcock ilk sesli İngiltere filmi Blackmail'i (Şantaj) yönetti.
Beyazperdeye Renk Geldiğinde
Dramatik etki yaratmak için ara ara renkli sahnelerin kullanılması Hollywood'un ilk günlerindeki basit "kısa" filmlerden, D. W. Griffith'in 1915 tarihli destansı Bir Milletin Doğuşu filmine kadar, sık rastlanan bir olaydı. 1917'de deneme olarak, iki renk, kırmızı ve yeşil filtreler kullanan bir Technicolor uzun film, The Gulf Between (Aradaki Uçurum) çekildi. Bu yöntem 1922'de daha da geliştirildi ve dört yıl sonra Douglas Fairbanks'lı sürüven filmi Kara Korsan'la doruğuna erişmiş oldu. Ama ancak 1935'te üç renkli Technicolor ilk uzun metrajlı film Becky Sharp, başka renkler elde etmek için eşleştirilen kırmızı, yeşil ve mavi kullanarak çevrildi.
Miki Fare, Çizgi Filmler ve Çizgi Kahramanlar
Sinemanın ilk çizgi filmi kahramanı 1909'da Fransız Emile Cohl'ün çizdiği çöp adam Fantoche oldu. Hollywood da çok geçmeden onu takip etti; ilk çizgi film kahramanı 1914 yılında Winsor McCay'in yarattığı Gertie the Dinosaur (Dinozor Gertie) oldu. McCay'in sahne gösterisinin bir bölümü olarak da Gertie'nin perdeye yansıtılan uzun boyunlu görüntüsünü kullanıyordu. Cohl de, McCay de çizimleri bölüm bölüm filme çekmenin kahramanları perdede canlı gibi göstereceğini keşfetmişlerdi.
1928'de Walt Disney'in ilk sesli çizgi filmi Steamboat Willie'yle (İstimbot Willie) devrim yapılmış oldu. Bu film ölümsüz Miki Fare'yi yarattı. Miki'nin tiz sesinin yanında Disney, inek çanları, teneke sesleri, ıslıklar ve su sesleri de içeren bir ses bandı hazırlamıştı. 1932'de Disney ilk renkli çizgi film Flowers and Trees'i (Çiçekler ve Ağaçlar) ve 1933'te de Three Little Pigs'i (Üç Küçük Domuz) yaptı. 1937'deyse dünyanın ilk sesli ve renkli uzun metrajlı filmi Snow White and Seven Dwarfs'u (Kartopu ile Yedi Cüceler) yarattı. Hollywood'un Altın Çağı günümüzde devam etmese de, bu çizgi filmler için geçerli değil.
Dansa Devam
Hollywood, sesin filmlerde yerini almasından itibaren dans pabuçlarını ayağına geçirdi, ses tellerini ısıttı ve 1920'li yılların sonlarından başlayarak, bir dizi göz alıcı canlı müzikal üretti. Önceleri Broadway konusunda, sahne arkası öykülere ağırlık veriliyordu. Bunlar arasında, her ikisi de 1929'da çevrilmiş, iki müzikal The Broadway Melody (Broadway Melodisi) ve Gold Diggers of Broadway (Broadway'in Altın Arayıcıları) sayılabilir.
Ardından gelecek olan Gold Digger (Altın Arayıcıları) filmleri dizisi ve 1933'te çevrilen ve çok beğenilen 42nd Street (42. Cadde) müzikali, başarılarını gösterişli toplu dans numaraları yaratmakta uzman dahi koreograf Busby Berkeley'e borçluydu. Danslar genelde tepeden çekiliyor ve bu açıdan dansçı kızlar topluluğu çiçek dürbünü gibi karmaşık, göz alıcı görüntüler veriyorlardı. Ama 10 yılın şarkılı-danslı filmlerinin asıl yıldızları 1933'te Flying Down to Rio (Rio'ya Uçuş) filmindeki "Carioca" dansıyla sinema dünyasına adımlarını atan Fred Astaire ve Ginger Rogers çifti olmuştur.
King Kong, Dracula, Frankenstein
Sinemanın korku filmlerine düşkünlüğü 1910'da Edison stüdyosunun, Mary Shelley'nin 19. yüzyılda yazdığı gotik romanından alınan bir Frankenstein filmi çevirmesiyle başladı. 1920'lerde Almanya, korku filmleri sahnesine Golem, Doktor Caligari'nin Muayenehanesi ve Nosferatu (Bram Stoker'ın Dracula'sının ilk çevrimlerinden biri) gibi yapımlarla damgasını vurdu. Ses bu filmlere, Ted Browning'in cesede benzeyen Bela Lugosi'yi oynattığı Drakula filmiyle girdi. Aynı yıl iki İngiliz, yönetmen James White ile oyuncu Boris Karloff Hollywood'da Frankenstein için güç birliği yaptılar. Canavar rolünü oynayan Karloff günde yedi saatini, o gülünç makyajının uygulanmasına harcıyordu. O zamandan beri kur adamlar, uzaydan gelen canavarlar, dev maymunlar ve hortlaklar seyircilerin ölümüne ve uğursuz şeylere olan merakını beslemeye devam ediyordu.
Gerçekte ve Filmde Gangsterler
1920'ler ve 1930'larda Amerika "bir numaralı halk düşmanı" diye adlandırılan John Dillinger ve Chicago'lu içki kaçakçısı Al Capone gibi yasa dışı kişilerin cirit attığı bir yerdi. Onların serüvenleri Hollywood değirmeninin dişine göreydi ve birbiri ardına gangster filmleri perdede boy gösterdi. Bunlardan ilk 1930 yapımı, Edward G. Robinson'un "Rico" Bandello'yu oynadığı Little Ceaser (Küçük Sezar) oldu. Kahraman, filmin sonunda, tabancayla vurulup ölürken bağırır: "Ulu Tanrım, Rico'nun sonu böyle mi olacaktı?"
Bundan sonra James Cagney, George Raft ve Humphrey Bogart gibi oyuncular birbirinin ardından gangster çetesine katıldılar. Bu filmlere onlara hem ün, hem servet kazandırırken sinemaseverlere de hem heyecan hem de iç ferahlatıcı bir mesaj verdi: İyiler sonunda kazanır. Hollywood'un Altın Çağı denildiğinde en çok hatırlanan filmler bu dönemde çekilmişti.
Hollywood'un Altın Çağı ve sinemanın yükselişi yazımız burada son buldu. Benzer içerikler için: https://evrenatlasi.com/k/sanat-edebiyat/