Rebecca, Yurttaş Kane (Citizen Kane) ve Perde Açılıyor (All About Eve) gibi filmler genellikle şimdiye kadar yapılmış en iyi filmler arasında kabul edilir. Hepsi de sinema endüstrisinin en yenilikçi ve popüler olduğu Hollywood'un Altın Çağı'nın zirvesinde doğmuştur.
Ancak tüm bu refah 1940'lar ve 1950'lerde bir gecede yok oldu. Tiyatrolar ve stüdyolar da dahil olmak üzere çok sayıda Hollywood simgesi faaliyetlerini durdurdu ve sektörün en beğenilen oyuncuları, yönetmenleri ve yazarlarının çoğu da film endüstrisini terk etti. Televizyonun devreye girmesi, Hollywood'un Altın Çağı'nın sonunu getirdiği için bir dönemin de sonunu işaret ediyordu.
Günümüzde çoğu insan sinemaya gitmek yerine evde oturup televizyon izlemeyi tercih ediyor. Bu yazıda, televizyonun Amerika Birleşik Devletleri'nde nasıl egemen eğlence biçimi haline geldiği ve bu süreçte film endüstrisini tamamen altüst ettiğinden bahsediyoruz.
Tarihçiler Hollywood'un "Altın Çağ"ını yaşadığı kesin yıllar konusunda hemfikir değiller, ancak çoğu 1930'lardan 1940'ların ortalarına kadar olan on yılın film endüstrisi için verimli bir dönem olduğu konusuna itiraz etmiyor. Hollywood sadece parayla değil, yıldızlarının başarısı ve en iyi yönetmenlerinin başarılarıyla da parlıyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nde 80 milyondan fazla insan her hafta sinemada en az bir film izledi ve gösterime giren film sayısı sadece 15 yıl içinde 7.500'den 7.500'e çıktı. En iyi zamanlardı ve "Oz Büyücüsü", "Şahane Hayat", "Casablanca", "King Kong" ve "Rüzgar Gibi Geçti" gibi klasik filmler dönemin verimli ortamının sonucuydu.
Aileler Büyük Buhran sonrası banliyölere taşınıyor
Başarı formülünün ayrılmaz bir parçası da stüdyo düzeniydi. "Sekiz büyük" şirketin (20th Century Fox, Columbia Pictures, MGM, Paramount Pictures, RKO Radio Pictures, United Artists, Universal Studios ve Warner Bros) setlerinde uzun vadeli sözleşmelerle benzersiz performans yeteneklerinden oluşan havuzlar ve yetenekli ustalardan oluşan sürüler çalışıyordu. Stüdyolar o kadar başarılıydı ki (kısmen film dağıtımını ellerinde tuttukları için) orijinal senaryolar ve yenilikçi yapım tasarımı gibi konularda risk alabiliyorlardı. Sanatçılarının özel ve profesyonel yaşamlarını idare etme biçimleri nedeniyle de sektör popüler yüzlerle dolup taşıyordu.
Ancak, refah dolu yıllar ilerledikçe, film endüstrisi yeni ve muhtemelen yıkıcı bir rakiple karşı karşıya kaldı: Televizyon. Teknolojideki hızlı ilerlemeler ve 1930'larda yapılan bir dizi yüksek profilli deneme yayını, televizyonun doğrudan evlere dağıtım için nihai uygulanabilirliğini ortaya koydu. Deneysel lisanslara sahip az sayıda New York istasyonu beyzbol maçlarını ve ilk haber programlarını yayınlamaya 1939'da başladı. Ancak televizyonlar hala çok pahalıydı ve izlenecek fazla bir şey yoktu. Amerika Birleşik Devletleri'nde televizyonun gelişimi savaş zamanı malzeme kıtlığı nedeniyle durdu. Tehlike biraz süreliğine "geçmişti".
Savaş sona erdikten sonra, değişen toplumsal adetlerin bir sonucu olarak televizyona olan talepte bir patlama yaşandı. Büyük Buhran'ı takip eden yıllarda ucu ucuna yaşayıp bir şekilde birikim yapan yüz binlerce Amerikalı aile, kocaları savaştan döndüğünde tekrar harcama yapmaya istekliydi. Devletin verdiği konut kredilerinin de yardımıyla, ilk kez ev alan pek çok kişi banliyölere yerleşti. Banliyölerde yaşayan nüfusun oranı 1947 ile 1953 yılları arasında %43 oranında arttı. Bu yeni mahallelerdeki insanlar, şehir tiyatrolarına kolayca ulaşamadıkları için kendilerini evde eğlendirmenin yollarını bulmak zorunda kalmaya başladılar.
Büyük stüdyoların tekelini kıran mahkeme kararı
Bu arayışa yeni televizyonları görerek sonlandırdılar ve 1948'e gelindiğinde dört büyük kanal haftanın her gecesi prime-time program yayınlıyordu. Belki de "Duvardaki Yazı"yı (Belşassar'ın ziyafeti öyküsüne dayanan, kıyamet ya da talihsizlik habercisi anlamına gelen deyimsel bir ifadedir.) gören büyük stüdyolar, televizyon istasyonlarının hisselerini satın almak için çılgınca bir atak başlattı. Başarılı oldular ve 1948 yılına gelindiğinde televizyon yapım stüdyolarının büyük bir kısmını ele geçirmişlerdi.
Ancak aynı yıl Yüksek Mahkeme, bir antitröst davasında Paramount'un yasadışı fiyat sabitlemesi yaptığına karar verdi. Bu karar, büyük stüdyoların yapım, dağıtım ve gösterim faaliyetlerini birbirinden ayırmalarını zorunlu kılarak, filmlerini gösteren sinemalar üzerindeki kontrollerini gevşetmelerine neden oldu.
Stüdyoların televizyon üzerinde hakimiyet kurma girişimleri federal hükümet tarafından derhal durduruldu. Tekelci uygulamalardan suçlu bulunan şirketlerin televizyon lisansı başvuruları federal yasalar uyarınca reddedilebiliyordu. Güçlü stüdyolar Federal İletişim Komisyonu tarafından tehdit ediliyordu çünkü sadece yaratıcı sanatçıları üzerinde değil aynı zamanda dağıtımcılar ve sinema salonları üzerinde de tekelleri vardı.
Stüdyolar, TV istasyonlarını satın alma fırsatları ellerinden alındığında ve gelirlerinin büyük çoğunluğunu sağlayan kontrolü kaybettiklerinde başarısız olmaya başladılar. Hollywood, Soğuk Savaş'ın zirvesindeyken, Komünist sempatisi olduğu düşünülen oyuncuları, yönetmenleri, senaristleri ve diğerlerini kara listeye almak için artan bir baskı altındaydı. Bu nedenle, gelecek vaat eden pek çok kişi sektörü terk etti.
Televizyon ücretsizdi ve içerik sınırlaması yoktu
Televizyon yayınının ücretsiz olması ve birçok insanın evinde zaten mevcut olması nedeniyle, stüdyoların izleyicilerin dikkatini başka yöne çekmesi zordu. Kara listeye alınmayan pek çok popüler oyuncu da stüdyo sistemini terk ederek televizyona geçiş yapmaya başladı.
Hollywood stüdyoları varlıklarını sürdürebilmek için son çare olarak çeşitliliğe gittiler. Üretimlerini hem film hem de televizyonu kapsayacak şekilde genişlettiler. Kârlarını arttırmak için stüdyolar filmlerini televizyon yayınları için kiraladılar, plak şirketleri kurdular ve tema parkları geliştirdiler. Stüdyolar, katı FCC yasaları nedeniyle tartışmalı veya kışkırtıcı materyalleri yayınlayamayan televizyonun sağlayamadığı içeriği sağlamak için ahlaki kuralları bile görmezden geldi. Televizyonun gelişiyle birlikte filmler daha müstehcen materyaller içermeye başladı.
1960'lara gelindiğinde Amerikan hanelerinin yarısından fazlasında televizyon vardı ve bu araç büyük film şirketlerini başarılı kılan hemen her unsuru ortadan kaldırmıştı. Hollywood kesenin ağzını iyice açtı, bu da daha az yeni fikir ve yüksek kaliteli filmler üretmek için daha az kaynak anlamına geliyordu. Sinema salonlarının durumu kötüleşti. Para kazanmak için stüdyolar genellikle yeni filmler yapmak yerine kendi kütüphanelerini televizyon sendikasyonuna sattılar.
Neyse ki televizyonun yaygınlaşması sevilen eğlencenin sonunu getirmedi; aksine daha küçük ekranlara kaydı. Bir zamanlar ucuz sinema biletleri sadece dörtte bir fiyatına satılırken, Hollywood'un dev stüdyolarının günleri çoktan geride kalmış görünüyor.