Diktatörlük bir kişinin ya da küçük grubun yönetim biçimidir. Tarih boyunca birçok değişik diktatörlük yönetim biçimi uygulanmıştır. İktidar delisi tiranlar, baskıcı budala iyilikçiler ya da milliyetçi askeri klikler antik çağdan beri vardır. 20. yüzyılın en ayırı bir özelliği birçok diktatörlüğün sadece otorite sağlamaya yönelmemesi, bunu bir bütün olarak toplumu devrimleştirmeye yönelik büyük ölçekli bir tür sosyal ütopya adını yapmasıdır. Böyle hırslara milyonlarca insan kurban olmuştur.
Diktatörlüğün Doğası ve Türleri
Diktatörlük ve demokrasi temelde birbirlerini dışlayan yönetim biçimleridir. Demokratik iktidarın kullanılması halkın iradesine bağlı ve sistematik bir denetime bağlıdır; bir diktatörlükte ise bütük iktidar tek bir kişinin ya da grubun elinde toplanır. Bununla birlikte birçok demokratik devlet bazen iktidarın geçici olarak diktatörce yönetime benzer bir tarzda yürütülmesine açık kapı bırakır. Bu yönetim biçimine genelde olağanüstü durumların üstesinden gelmek için başvurulur. Örneğin, Almanya'da bir kriz durumunda temel demokratik haklar sınırlandırılabilir. Fransa'da olağanüstü hal ilan edilince bütün temel haklar 12 günlüğüne askıya alınabilir. Büyük Britanya'da Savaş Önlemleri Yasası hükümete savaş sırasında ek yetkiler tanır.
İlgili: İnsanların Diktatörleri Desteklemesinin Arkasındaki Psikoloji
Değişik tarihsel tezahürlerine karşın, bütün diktatörlükler tipik ortak özellikler taşır. Gerçek anlamda bir diktatörden söz etmek için, kalıcı ve sınırsız bir iktidar savının bulunması gerekiyor. Güçler ayrılığının askıya alınması da kilit bir unsurdur. Mahkemeler ve eğer varsa parlamento sadık yandaşlarla doldurulur. Temel demokratik haklar ve siyasal sürece katılım kısıtlanır ya da ortadan kaldırılır; bütün muhalefet şu ya da bu ölçüde şiddetle bastırılır. Özellikle 20. yüzyılda birçok diktatör iktidara demokratik süreçlerle gelmiştir. Bunlar sözde demokratik bir görünüm verilen güdümlü seçimlerle yönetimlerini meşrulaştırırlar.
Totaliter Diktatörlükler
Topluma kapsamlı bir yeni değerler sistemini benimsetmeye ve otoritelerini genel yaşamın kişisel alanlarına kadar genişletmeye çalışan siyasal yönetim biçimlerine "totaliter" diktatörlükler denir. İnsanları devlete ve devlete bağlı kuruluşlarla bütünleştirmek için çocukluktan itibaren düşünsel yönde güdümlemeyi amaçlayan kitlesel propaganda da ayırıcı bir özelliktir. "Devletin düşmanlarına" karşı keyfi törer özgür iradeleri kırmaya ve halkı yönlendirebilen uysal bir kitleye dönüştürmeye yöneliktir. 20. yüzyılın komünist ve faşist diktatörlükleri tipik örnekler sayılır.
Totalitör diktatörler çoğu kez halkla yarı-dinsel bir ilişki kurmaya çalışırlar. Baştaki kişi insanlarda edebi kurtuluş özlemini uyandırmak üzere gösterişli kitle gösterileri ya da inandırıcı filmler aracılığıyla bir yarı-tanrı gibi sunulur. Bunun amacı diktatörün iradesine bağlılıkla ve özveriyle boyun eğecek sadık bir yandaş kitlesi yaratmaktır. Adolf Hitler nutklarında çoğu kez kaderin kendisini Alman halkına "kurtarıcı" olarak gönderdiğinden söz ederdi.
Modern Diktatörlük: Teokrasi ve Milliyetçilik
Modern diktatörlükler genelde otokratik yönetim tarzlarını halka haklı göstermek için bir ideolojiye dayanırlar. İlk başta uluslararası bir yönetim taşıyan komünist sistemler bir yana bırakılırsa, bu konuda en önemli referans noktası ulustur. Diğer uluslardan farklılaşmayı sağlamak amacıyla ortak kültür, din, köken ya da gelenek, propagandacı bir yaklaşımla şişirilir. Bu da esas olarak bireyin kendisini yönetimle daha fazla özdeşleştirmesine hizmet eder.
Latin Amerika'daki birçok askeri diktatörlüğün yanı sıra Afrikanın klan ağırlıklı hükümetlerinin çoğu böyle milliyetçi özellikler taşımıştır ve taşımaya devam ediyor. Ancak birçok komünist diktatörlüğün de bu tür milliyetçi unsurlara bilinçli olarak başvurduğu söylenebilir. Sovyetler Birliği diktatörü Josef Stalin ülkesinde komünizmi inşa etmeye çalışırken böyle bir tutum izlemişti.
Romanya diktatörü Nikolay Çavuşesku 1974'ten sonra "bütün Romenlerin önderi" sanını benimsedi ve kendisini büyük ulusal kahramanların arasına kattı. alen kalan son Stalinist sistem olarak Kuzey Kore'yi yönetim gittikçe ulusal değerleri öne çıkarıyor. Aşırı milliyetçilik çoğu kez etnik ya da dinsel azınılıkların sindirilmesine yol açar, ayrıca saldırgan dış politikaya zemin oluşturur.
Milliyetçi rejimler kendi etnik topluluklarını diğerlerinin hepsinden üstün sayarlar ve sınırlar içinde etnik ya da dinsel bakımdan homojen bir nüfus yaratmaya çalışırlar. Eğer gerekirse, bu amaca zor yoluyla ulaşılır. Özellikle 20. yüzyılda istenmeyen topluluklara karşı sistematik sürgünler ya da soykırımlar, başat etnik topluluğa daha avantajlı barınma ya da yaşam koşulları sağlamıştır.
Avrupa'da 1991'de çok-etnik yapılı Yugoslavya'nın bölünmesi ulusal sınırlar konusunda kapışan eski cumhuriyetler arasında yıllarca süren savaşların fitilini tutuşturdu. Bu çatışmalara bütün tarafların azınlıklara karşı işlediği vahşice suçlar eşlik etti. Olayların tırmanmasının asıl sorumlularından biri olarak görülen Sırbistan devlet başkanı Slobodan Miloseviç 1999'da bir BM mahkemesine çıkarıldı.
Allah Adına: İran'da İkili Yönetim
İdeolojik diktatörlüğün özel bir biçimi, bir ilahi hukuku kendisine dayanak yapan teokrasidir. Bu sistemin başında "ilahi" ya da "ilahi takdirle seçilmiş" bir hükümdar ya da din adamı yer alır. Devlet ve din işleri tek bir yapıda bütünleşir. Mısır, Çin ve Hindistan'daki ilk devlet sistemlerinin çoğu teokrasilerdi. Batı kültürü dünyasında bu yapının günümüzde süren tek örneği Hristiyan Vatikan devletidir.
İran'da 1979'daki "İslam Devrimi"nden beri dünyanın en güçlü teokrasisi iktidardadır. "İslam Cumhuriyeti"nin demoktarik biçimde seçilmiş bir parlamentosunun ve devlet başkanının bulunmasına karşın, bunların gücü büyük ölçüde sınırlanmıştır. On iki kişilik "Vesayet şurası"nın bütün yasaları ve yönetmelikleri islam ilkelerine uygunluk açısından denetleyerek onaylaması gerekir. Uzmanlar Meclisi'nce seçilen "velayeti-i fakih" dinsel önder olarak yüksek makamı temsil eder. Silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır, başyargıcı atar ve tek başına devlet politikalarıa yön verir. Bir anlaşmazlık çıktığında, ruhban kesim her zaman son kararı verir.
Diktatörlük Biçimleri: Leninizm, Stalinizm ve Maoculuk
Vladimir Lenin tarihte bir ilki başararak, Rusya'da sosyalizm adında bir rejim kurdu. Ortaya attığı "proletarya diktatörlüğü" kavramı sonraki komünist devletleri büyük ölçüde etkiledi. Ardılı Stalin, parti diktatörlüğünü kanlı bir otokrasiye dönüştürdü. Mao Zedong Çin'e kendi Marksizm – Leninizm çeşitlemesini dayattı. Ekonomideki yeni yönelime karşın, ülkenin devlet ve parti önderliği hala Mao'yu temel kaynak saymaktadır.
Leninizm ve Stalinizm
19. yüzyılda Alman filozof Karl Marx kapitalizmden proletarya diktatörlüğüne geçişi, devlet iktidarının otomatikman proletaryaya aktarılacağı zorulu bir tarihsel süreç olarak nitelendirdi. Oysa 20. yüzyıl başlarında Rus sosyalist Vladimir Lenin sınıf mücadelesinde proletaryayı, yani mülksüz işçi sınıfını ancak "yeni türden bir parti"nin zafere taşıyabileceği doktrinini geliştirdi.
Buna göre siyasal bakımdan yetişkin bir profesyonel devrimciler çekirdeği proletarya diktatörlüğünü zorla gerçekleştirmeli ve sıradan halkı eğiterek sosyalistleştirmeliydi. Rusya'nın az gelişmiş bir kapitalizm aşamasında bulunması nedeniyle, Marx'ın "tarihsel zorunluluk" saptaması atlanmalı ve devrim olabildiğince erken yapılmalıydı. Çarlık imparatorluğuna karşı 1917 Rus Devrimi dünya çapında komünist devrimin başlangıcı olacaktı.
Kadro Partisi ve Diktatörlük
Lenin'in yandaşı Bolşevikler Rusya'da 1918'de bir darbeyle iktidara gelince, otoritesini sistematik biçimde devlete ve toplumu dayattı. Serbest seçimle oluşturulan parlamento kapatıldı, sosyalist olmayan basına ve partilere yasaklar getirildi, kilisenin nüfuzu kıstlandı. Mahkemelerin bir kişinin davranışını sosyalist toplumdaki işlevine göre yargılayan ve evrensel insan haklarını tanımayan sosyalist hukuku uygulaması zorunlu kılındı.
Bu yeni doktrinin muhalifleri "devrim düşmanı" diye damgalanarak, devletin gizli polisince sindirildi. Bütün üretimi merkezden planlamak ve denetlemek üzere muazzam bir idari aygıt yaratıldı. Devletçi ekonomiye karşı 1923'ten sonra özellikle çiftçiler arasında gelişen muhalefet karşısında, Lenin ürünlerini devlet yerine açık pazara satmalarına izin verdi. Partinin ülke üzerindeki denetimi henüz sınırsız değildi.
Stalin'in Terör Rejimi
Ülke 1928'den sonra Lenin'in ardılı Josef Stalin'in yönetimi altında tam bir totaliter diktatörlük altına girdi. Çiftçiler acımasızca bastırılarak kolektifleşmeye, yani devlete ait kolektif bir işletmede yer almaya zorlandı; aşırı bir sanayileşme programı yürütüldü. Gerçek ve sözde siyasal muhalifler partiden tasviye edildi; ordu ve idarede düzenli "Büyük Temizlik" yapıldı. 1938'e gelindiğinde, Stalin eski parti ve devlet elitlerinin neredeyse hepsini öldürtmüştü.
Onların yerini alan sadık görevliler emsali görülmemiş bir kişi kültünü yarattı. Komünist partinin Leninist diktatörlüğü milyonlarca can pahasına tek adam diktatörlüğüne dönüştü. Bugün bile tek kişinin ya da küçük bir grubun mutlak iktidarını sosyalist bir ideolojiyle maskeleyen böyle rejimler "Stalinist" olarak anılır. Sovyet güdümlü Doğu Almanya rejimi de, 1989'da yıkılana kadar Stalinist bir çizgi izledi.
Komintern
Lenin'in girişimiyle bütün komünist partiler dünya genelinde "proletarya diktatörlüğü"nü sağlamak amacıyla 1919'da "Komünist Enternasyonal" (Komintern) çatısı altında bir araya geldi. Üye partilerin önderliğe bağlı olması şarttı. Sovyet partisinin başından itibaren sahip olduğu büyük nüfuz nedeniyle ulusal partiler gittikçe bağımsızlıklarını yitirdi. Stalin'in yönetiminde "Komintern" tamaman Sovyet diktatörlüğünün bir dış politika aletine dönüştü. Yine onun keyfi kararıyla 1943'te dağıtıldı.
Maoculuk – Köylü Komünizmi
Çin'de Mao Zedong'un önderliğinde komünist bir rejim hayata geçirildi. Bir halk cumhuriyetinin kurulduğu 1949'dan sonra Lenin'in doktrini genişletilerek Çin'in özgül koşullarına uyarlandı. Mao'nun komünist devrimi gerçekleştirmeye ilişkin yorumu saf Marksist – Leninist doktrinden temelde farklıydı.
Dünya çapındaki bir komünist devrime ileri derecede sanayileşmiş Batı ülkelerinin ve hatta Sovyetler Birliği'nin değil, Çin gibi gelişmekte olan tarım ülkelerinin öncülük edeceği kanısındaydı. Ayrıca kentsel proletaryadan ziyade kırsal kesimdeki köylüleri devrimin taşıyıcısı olarak gördü. Toprak ağalarına karşı bir gerilla savaşı devrimi kentlere taşıyacak ve böylece tutuşan bir halk savaşı, sosyalist bir devrimi başlatacaktı.
Sürekli Devrim
Mao Zedong uygulamada esasen Sovyet ideolojisinin dışına pek çıkmadı. Ödünsüz bir tavırla komünist partinin otokratik otoritesini zorla dayattı ve aynen Stalin gibi, büyük bir ulusal kahraman olarak yüceltilmesini sağladı. Öncelikle tarımda kolektifleştirmeye yöneldi. Ama bir yandan da Batı dünyasının ileri sanayi düzeyine yetişmek amacıyla, ülkede 1958'den 1960'a kadar "Büyük İleri Atılım" çerçevesinde ağır sanayi dallarını kurmaya çalıştı. Bu sürece damgasını vuran büyük ölçekli çelik üretimi kampanyası ve komünlerin kurulması Çin'in büyük nüfusundan yararlanmaya yönelikti.
Maocu felsefeye göre, sosyalist devrim sürekli devingen olmalıydı ve aynı zamanda insanların tutumları sıkı bir eleştiriye tabi tutulmalıydı. Halkın sosyalist anlayışla "yeniden eğitilmesi" için özel kampanyalar yürütüldü. Mao'nun 1966'dan başlattığı ve resmen ancak 1976'da onun ölümüyle sona eren Kültür Devrimi'nin amacı Çin toplumunu "iç düşmanlar"dan "temizlemek" ve "çürümüş burjuva" düşüncesini ortadan kaldırmaktı. Bu dönemde bağnaz parti kadroları Çin'in kültürel zenginliğini yok etti; okumuş elitler halkın önünde aşağılandı.
Mao'nun Diktatörlük Mirası
Maocu model özellikle Vietnam, Kuzey Kore ve Laos gibi gelişmekte olan komşu ülkelerde birçok komünist hareketi etkiledi. Hatta Arnavutluk yönetimi 1961'de Maoculuğu resmi devlet doktrini ilan etti.
Komünist Blok'un 1989 ve 1991'de çöküşünden sonra Maoculuk değişti. Mao'nun ölümünden sonra ülkeyi Batı dünyasına gittikçe açan devlet ve parti önderliği bir sosyalist piyasa ekonomisini benimsedi. Dahası, komünler dağıtıldı ve bireysel haklar genişletildi. Ama Mao'nun Şkirlerine resmen bağlı kalma çizgisi sürdürüldü. Komünist partinin iktidar tekeli az sayıda siyasal muhalife gösterilen hoşgörüyle hala capcanlı ve sağlam duruyor.
Kızıl Kmerlerin "Taş Devri Komünizmi"
Kızıl Kmerler Kamboçya Komünist Partisi saflarından çıkan bir gerilla birliğiydi. Kamboçya'da Pol Pot önderliğindeki Kızıl Kmerler 1976'dan 1979'a kadar Maoculuğun kendine özgü kanlı sapkınlığını uyguladı. Ülkeye komünist bir köylü devleti yaratmaya yönelik bir sosyal şekillendirme sürecini dayattı. Bütün kentsel nüfus – çocuklar, yaşlılar ve hatta hastalar dahil– kırsal kesime göç ettirilerek, çiftçilere köle işçiler gibi hizmet etmeye zorlandı.
Tarımsal üretimin beklendiği gibi yükselmemesi üzerine, Pol Pot halkı sistematik olarak yok etmeye yöneldi. Aydınlar özellikle hedef seçildi ve binlercesi "işe yaramaz yiyiciler" sayılarak öldürüldü. Gözlük takmak aydın tanımı için yeterli bir ölçüydü. Yaklaşık 2 milyon Kamboçyalı teröre kurban oldu. Vietnam birliklerinin 1979'da iktidardan düşürdüğü Pol Pot 1998'de intihar etti.
Diktatörlük Biçimleri: Faşizm, Askeri Diktatörlük ve Nazizm
Üstün bir öndere bağlı faşist ideoloji özellikle Avrupa'da 20. yüzyıl başlarının ayırıcı bir özelliğiydi. Bu düşünce bazı otoriter askeri diktatörlüklerde de geçerlilik kazandı. Adolf Hitler 1933'te, Almanya'da insanlığı aşağılayan ve ancak acılı bir savaşın sonunda yıkılabilen bir rejim kurdu. Totaliter "Führer" devletine (Almanca "Önder") damgasını vuran özellik, çekişen iktidar yapıları arasındaki şaşırtıcı birliktelikti.
Faşizm ve Askeri Diktatörlükler
I. Dünya Savaşı'ndan sonra İtalya'da eski sosyalist Benito Mussolini'nin çevresinde bir milliyetçi hareket gelişti. Bu kesim Eski Roma'nın iktidar sembolü olan huş ağacı değnekleri demetine (Latince fasces) atfen kendisine"faşist" adını taktı. Mussolini 1924'te bir yönetim krizinden yararlanarak demokratik kurumları ortadan kaldırdı ve tamamen yeni türde bir lider diktatörlüğü kurdu. Bunu örnek alan sağcı milliyetçi hareketler zamanla dünya genelinde siyasal güç kazandı. Böylece 1945'e doğru İspanya, Almanya ve Portekiz'de parlamenter demokrasilerin yerini faşist yönetim sistemleri aldı.
Anti -İdeoloji Olarak Faşizm
Çeşitli ülkelerdeki faşistlerin çok farklı hedefler gütmesi nedeniyle, yekpare bir faşizm doktrininden söz etmek zordur. İdeolojik bakımdan hepsinin ortak yanı modern çağın siyasal akımlarına karı çıkmaktı. Belirgin biçimde anti-komünist, anti-kapitalist, anti-demokratik ve anti-liberal yönelimleri vardı. Faşist hareketler şiddeti bir siyasal araç olarak yüceltiyor ve propaganda yoluyla ulus üstünlüğünü işliyordu. Askeri örgütlere benzer bir yapıya dayanıyor ve bütünleştirici önderin çevresinde bir kült oluşturuyordu. Halk iradesinden yoksun, isteğe göre şekil verilebilecek ve önderin iradesine koşulsuz boyun eğmesi gereken bir "yığın" olarak görülüyordu.
Faşistlerin bütün toplumsal alanlara sızma ve önder ile halk arasında mutlak bir bütünleştirmeyi zorla sağlama emeline nasyonal sosyalistlerin yönetimindeki Almanya'da neredeyse ulaşıldı.
Otoriter Askeri Yönetimler
Faşist ideolojinin anti-komünizm, gençliğin eğitiminde askeri ülküler ve aşırı ulusal gurur gibi klişeleri daha sonraları otoriter askeri diktatörlüklerce kısmen benimsendi. Özellikle Güney Amerika ve Afrika'nın sosyal bakımdan istikrarsız ülkelerinde, subay grupları 1960'tan sonra genellikle istikrarı sağlama ve yapısal reformlar yapma gerekçesiyle zorla iktidarı ele geçirme yolunu buldu. Örneğin Şili (1973-1990), Arjantin (1976-1983) ve Yunanistan'da (1967-1974), acımasız diktatörlükler kuruldu, demokratik haklar askıya alındı ve muhalefet cephesindeki binlerce kişi tutuklandı ya da öldürüldü.
Diğer askeri diktatörlüklerde – örneğin geçmişte Brezilya'da (1963-1988) veya Pakistan'da -çoğu kez görüldüğü üzere, iktidarı tehlikeye düşürmediği sürece göstermelik demokratik unsurları diktatörlükle bütünleştirme yoluna gidildi. Bu unsurlar arasında sınırlı serbest seçimler ve kısıtlı bir ifade özgürlüğü de vardı. Söz konusu ülkelerin çoğunda yavaş bir demokratikleşme süreci başlamış olmasına karşın, ordu iktidar mücadelesinde önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde ordunun çoğu zaman diktatörle bağlantılı olduğu ama kimi zaman ondan bağımsız davrandığı görülüyor.
Franco Rejimi
İspanya'da Francisco Franco'nun 1936'da kurduğu kısmen faşist, kısmen otoriter diktatörlük 1977'deki serbest seçimlerle sona erdi. Milliyetçi Franco, cumhuriyetçi hükümeti ordunun yardımıyla devirdikten sonra, kendisini "bütün İspanyolların önderi" ilan etti ve her türlü muhalefeti acımasızca bastırdı. Böylece kurduğu mutlak otorite faşist Falanj partisinin, ordunun ve şaşırtıcı biçimde Katolik kilisesinin bağlılığına dayanıyordu. Kiliseye çok sayıda ayrıcalık tanındı ve Katolikliği İspanyol ulusunun tek mezhebi ilan etti.
II. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalan Franco 1947'de monarşiyi resmen geri getirdi ama bütün iktidarı kendi elinde tuttu. Uluslararası baskı sonucunda ekonomi 1959'da libarelleştirildi, sansür gevşetildi ve yurttaşlara sistemle çatışmama çerçevesinde bazı sınırlı haklar verildi. Franco'nun 1975'teki ölümünden sonra, İspanya barışçı yoldan parlamenter bir monarşiye dönüştü.
Nasyonal Sosyalizm: Şiddet ve Irkçılık
Faşizmin bir çeşidi olan nasyonel sosyalizm, merkezinde Adolf Hitler'in yer aldığı bir hareket olarak Almanya'da 1933'te iktidara geldi. Harekete tamamen kendine özgü bir ideoloji kazandıran unsur ise aşırı ırkçılıktı. Hitler kendi ırk teorisinin ilkeleri doğrultusunda Avrupa'yı baştan aşağı yeniden düzenlemeye çalıştı. Bu teorinin çıkış noktası ırksal bakımdan en üstün halk Arilerin efendi olarak aşağı ırkları yönetmesi gerektiğiydi.
Böyle bir amaçla 1939'da başlattığı savaş özellikle Doğu Avrupa'da milyonlarca insanın yaşamına mal oldu. Nasyonel sosyalist iktidar sistemi, başını büyük devletlerin (İngiltere, Fransa, ABD ve SSCB) çektiği bir uluslararası koalisyonun Almanya'yı kesin yenilgiye uğratmasıyla ancak yıkılabildi. Nazi ideolojisi o zamandan beri uluslararası düzeyde yasaktır.
Siyasal ve Sosyal Nazileştirme
Adolf Hitler çok kısa bir süre içinde Alman demokrasisini totaliter bir Führer diktatörlüğüne dönüştürdü ve nasyonal sosyalistlerin ideolojik ilkelerinin bütün siyaset ve toplum kademelerindeki evrensel geçerliliği savını zorla benimsetti. Temel haklar yürürlükten kaldırıldı, medyaya boyun eğdirildi ve Hitler'in başında yer aldığı resmi devlet partisi (Nazi Partisi) dışındaki bütün siyasal partiler yasaklandı.
Ordu mensuplarının doğrudan Hitler'e kişisel sadakat yemini etmesi zorunlu hale getirildi. Sanayi işçileri parti denetimindeki kitle kuruluşlarında örgütlenmeye mecbur bırakıldı. Boş zamanlar bile rejim tarafından düzenlenirken, gençliğin eğitimine özel bir önem verildi. 1940'tan itibaren 10 ila 18 yaş arasındaki çocuklar partinin gençlik örgütlerine katılmaya zorlandı.
Terör aracı SS
Nasyonal sosyalist devletin başında hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir iktidar bloku yoktu. Çekişme içindeki devlet ve parti örgütleri oldukça kaotik bir yapıyla bir aradaydı. Geriye kalan tek başvuru makamı Hitler'di. Bütün baskı sistemi ilk başta devlet ve parti organlarından oluşan kalın bir kördüğüm biçimindeydi. Ama Heinrich Himmler küçük bir elit birim olan "SS"i (Schutzstaffel) zamanla güçlendirerek rejimin ana iktidar aracı haline getirdi.
Askeri birliği ve polis örgütünü sıkı sıkıya birbirine bağladı ve sonunda nasyonal sosyalist devletin bütün terör sistemini denetim altına aldı. Alman işgali altındaki topraklarda kurulan ve "istenmeyen" kişilerin sistematik biçimde işkenceden geçirildiği ve/veya öldürüldüğü toplama ve imha kamplarından SS sorumluydu. Müffetik askeri mahkemesi 1946'da SS'i bir cinayet örgütü olarak ilan etti.
Yahudi Soykırımı
Nasyonal sosyalistlerin bakış açısıyla başlıca düşman bütün uluslararası hareketlere hükmettiği ve ulusal "saflığı" bozduğu düşünülen "uluslararası Yahudilik"ti. Naziler Almanya'ya iktidara geldikten hemen sonra yargı kararlarına, ekonomik yaptırımlara ve canice yollara başvurarak, Yahudi kökenli bütün yurttaşları sistematik biçimde hayatın her alanından dışlamaya girişti.
II. Dünya Savaşı'nın başladığı 1939'da Yahudiler önce gettolara ve çalışma kamplarına sürüldü. Sovyetler Birliği'ne karşı 1941'de girişilen istiladan sonraki toplu idamlar bürokrasi eliyle düzenlenen soykırımın habercisiydi. Avrupa'nın her yanından toplanan Yahudiler planlı yoketme merkezlerine gönderilerek öldürüldü. En büyük Nazi "ölüm fabrikası" Auschwitz-Birkenau'da en az 1 milyon kişi esas olarak zehirli gazla yaşamını yitirdi.